19 Mayıs 2015 Salı

Sen

Kendi evimde balkonumdayım şu anda. Güneş aksi istikamette, batmaya hazırlanıyor. Az bir zamanı kaldı. Seninle, seyrettiğimiz, güneş batmalarını hatırlıyorum. Konuşmaya dalardık, bazen tam batış anını kaçırırdık, sen üzülürdün, o kadar seyrettik, batışı göremedik diye. Çok güzel olurdu batış, ama ben tam batış anını kaçırmayı önemsemezdim. Deniz kıyısında olurduk hep, Kadıköy sahilinde yada Moda sahilinde... Hakkını yemeyeyim, Bodrum'da da seyrettik galiba gün batımını. Bir arkadaşım, güneş batışını seyrederken ağlamıştı, çok duygusal bir tepki gelmişti bana. Bence, her an aynı öneme sahipti. Şimdi de aynı düşüncedeyim, ama artık ben de ağlayabilirim, gün batımında. Gözlerimde yaşlar birikir, akıtır mıyım bilmem?. Şimdi de, gözyaşlarım var biliyorum, ama akmıyorlar.
Niye akmıyorlar, hiç bir fikrim yok.  Velhasıl sevgili arkadaşım, gün batmadan, hava kararmadan yazmak istiyorum bu yazıyı.. Olduğu kadar. Seni en iyi anlatan yazıyı yazmaya çalışmayacağım veya seninle ilgili en duygusal yazıyı yazmaya odaklanmadım. Kendimi veya okuyanları ağlatmayı hedeflemiyorum, ama yazı beni nereye götürür onu da bilmiyorum. Beynim sürekli, lafı uzatıyor Yusuf. Sadete gelmemi engellemeye çalışıyorum. (sadet doğru mu yazdım bilmem)....
Gün batıyor, yıllar yıllar önce, senin yanında, batışını izlediğimiz nice zamanlarda olduğu gibi. Battığının farkında olduğumuz veya olmadığımız zamanlarda olduğu gibi. O zamanlardan, bir zamanlarda konuşmuştuk. Güneşin batışı, hep ölümü çağrıştırıyor diye. Bir gün biz olmayacağız ve güneş yine batacak demiştik. bak ne haklıymışız. Yıllardır Gülseren'siz batan güneş, 60 güne yakındır, sensiz batıyor be Yusuf...
Bir zaman sonra da bizsiz batacak. Tek mantıklı gerekçem bu biliyor musun?. Sanki siz gittiniz de biz kaldık mı?. Biz de gideceğiz, yada bizde geleceğiz yanınıza....
Bu blog da, hep birilerine teşekkür etmişim, bir de senin adını anayım istedim.
Hem buna değer bir insansın. Hem de benim hayatımda, adının geçmesini hak edecek kadar çok yere sahipsin, arkadaşım...
Öncelikle, gün batmadan, aklımdan geçen temel konulardan birini yazayım. Birilerinin hayatında olmak, iyisiyle, kötüsüyle, eğrisiyle, doğrusuyla, hep yanında olmak, hep bir şekilde hayatının bir parçası olmak. Bazen, en yakın arkadaş, bazen en sık görüşülen kişi, bazen en kızılan, en suçlanan kişi olmak. Ama hep olmak.  Hep bir değere sahip olduk birbirimizin hayatında. Bu aralar bunu düşünüyorum, birisiyle evlenmeye karar vermek, onunla sonsuza kadar mutlu olmaya emin olmak değilmiş. Ben, hep bu diye düşünüyordum, hayatını onunla geçirmeye karar vermekmiş. Öyle veya böyle diyeyim ben. Sen iyi günde, kötü günde diye anla.
Yazarken, dikkat ediyorum, biraz. Sana cevap hakkı doğuran şeyler yazmak istemiyorum, çünkü sen yoksun artık. Bu zamana kadar ki kısmı bilmem, kim kimden alacaklı, ama bundan sonra haksızlık etmek istemem sana.
Ben, tam olarak, kimi kaybettim, bilemiyorum. Ama, hayatımın çok önemli bir bölümünde vardın, ve bir şekilde hep var olacaktın, öldün ama bundan sonra da var olacaksın, tıpkı Gülseren gibi.  Gülseren'de, sen de, henüz benim gelmeyi düşünmediğim bir yerdesiniz :) ama nasıl olsa ben de geleceğim. 

Gülseren ve sen sevgili Yusuf, iyi ki oldunuz, iyi ki tanıdım sizleri, iyi ki hayatınızın tam orta yerinde oldum, iyi ki hayatımın tam ortasında oldunuz. Gerisi, lafı güzaf.... gerisi bana özel.... 
Bak, bir güneş daha battı şimdi, bir güneş batımı kadar yaklaştım, ikinize de. Daha nice sevdiklerime de...

Piraye,

29 Haziran 2013 Cumartesi

Viyana'da Bir Çinli

Geçen yıl Ağustos ayında, arkadaşımla beraber, bir tur şirketiyle Viyana’ya gidiyoruz. Önce bir şehir turu yapıyoruz. Viyana’nın sanki yarısı Türk, bu yüzden yabancı dil sorunu yaşamayacağız diye seviniyoruz. Viyana’nın dışındaki otelimize yerleştikten sonra, metro ile şehir merkezine nasıl gideceğimizi öğreniyoruz. Öğleden sonra saat 4-5 gibi, otelden çıkıyoruz. 150 metre yürüdükten sonra, bir parka gideceğiz, metro istasyonunu bulup, şehir merkezine gideceğiz. Parka doğru gidiyoruz, etrafta hiç kimse yok. Park beklediğimizden daha büyük, hangi yöne doğru gideceğimizi kestiremiyoruz. Biraz etrafa bakınıyoruz, yakınlarda metro istasyonu varsa, az da olsa birilerine rastlamamız lazım diye düşünüp, tedirgin tedirgin yürüyoruz. Nereden geldiğini anlamadığımız bir şekilde, yanımızda, Çinli bir adam beliriyor, metro istasyonunu soruyoruz. Bir çok şeyler söylüyor, ama biz ne dediğini anlamıyoruz., sadece, devam ettiğimiz yönün doğru olduğunu düşünüyoruz, çünkü Çinli adamda, o yöne doğru yürüyor. Tipik bir bankacı gibi adam, elinde bir çantası var, kravatlı, sanki kafası çok meşgul gibi ve yürüyüşünden anladığımız kadarıyla acelesi var. Birlikte, aynı yöne doğru yürüyoruz, etraf yemyeşil, hava çok güzel. Şehir merkezine gidip, güzel bir şeyler yemek istiyoruz, gezmek istiyoruz. Ama, bir türlü yemyeşil, park konseptinden çıkamıyoruz. Sadece biz ve Çinli yürüyoruz. Acelesi olan, kafasından bir çok sorunları var gibi duran Çinli, bizden, bir iki adım önde gitmeye çalışıyor, biraz tedirgin olduğumuzu anlıyor, çünkü. Aramızdaki mesafe biraz açıldığında, duruyor bizi bekliyor ve gülerek, gelin işareti yapıyor bize, kocaman gülümseyerek. Biz ona yaklaşınca, yine yürümeye başlıyor. Çok hoşuma gidiyor, hiç tanımadığı insanlara yaptığı bu jest. Bence, o anda aklından geçen en önemli şey, bizi sağ salim, o metro istasyonuna ulaştırmak. Önce bu jeste mantıklı bir açıklama getirmeye çalışıyorum. Viyana’da bir Çinli, yabancı olmanın ne demek olduğunu iyi bildiği için, yardım ediyor herhalde diyorum. Önümüzden giderken, bakıyorum, dönüp gülümsediğinde bakıyorum, gelin işareti yaptığında bakıyorum, sanki bir ömür boyu o önden gitse, ben arkasından yürüsem diyorum. Mistik bir yolculuk gibi, bu sefer, bu park hiç bitmese diyorum, bütün hayatım boyunca, önümden giden birisi bana, gel dese, doğru yoldasın dese, merak etme ben sana göz kulak olacağım dese, ne güzel olur diyorum arkadaşıma. Bu güzel anların biteceğine üzülerek, hafızama kayıt etmeye çalışıyorum. Bu güzel duygunun aklımdan silinmesini istemiyorum. Arkadaşım, evrene mesaj göndermekten ve mesaj almaktan hoşlanan birisi. Ona diyorum ki, işte sana fırsat, ispat et evrenin mesaj aldığını ve verdiğini. Bu yol hiç bitmesin, bir şey olsun, diyorum. Ver mesajını evrene…. Tabii, önce insanlar kalabalıklaşıyor, Çinliyle aramızdaki mesafe bayağı açılıyor. Otobüs durağının orada bizi bekliyor, yan tarafta metro istasyonu. Biz yaklaştığımızda, tekrar el sallıyor, metro istasyonunu gösteriyor. Ve hoşça kalın işareti yapıyor. Uzakta, yüzünü tam seçemiyorum, ama gülümsediğinden eminim, otobüse biniyor ve gidiyor. Dediğim gibi, bu yolculuk çok etkiliyor beni. Aslında, basit bir yol tarifi, basit bir yabancı birisine yardım etme dürtüsü, belki çok naif bir şekilde yapıldığından, belki etraf yem yeşil, hava pırıl pırıl olduğundan, çok etkiliyor beni. Gerçekten o adamın peşinden bir ömür boyu gidebilmek isterdim, en azından, gidebilmeyi denemek isterdim. Kendimi bunu yapmaktan alıkoymak için, duygusal bir sebep bulamayacağımdan mantıklı bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Aslında o kadar çok ki. Adam hakkında hiçbir şey bilmiyorum, bu aynı zamanda adamı tanımak istemek için de bir sebep. İkna olmuyorum. Ortak bir dilimiz yok, her zaman konuşmak mı lazım diyorum, yine ikna olmuyorum. Birini tanımadan, onun tanınmaya değer olduğunu hissedemez mi insan? Bir kahve içmemek için, bir yemek yememek için, nasıl bir mantıklı gerekçe bulunur. Neden, iyi bir insan olduğunu düşündüğün, hayatına bir değer katacağını hissettiren birisini, tanımaman, mantıklı olsun ki. Neden, bu hikaye bitmeli, başlamadığı için mi? Mantık bu mu? Her bulduğum mantıklı sebebi, duygusal bir cevapla susturabiliyorum Ama en sonunda, buluyorum, kendimi ikna edebilecek sebebi: Ayyy, ama Çinliler, böcek yiyor, hem de canlı canlı. Bütün resimler siliniyor aklımdan. Tamamen yola odaklanabilirim artık. Evrenden mesaj almak ve mesaj vermekle yakından uzaktan alakam yoktur. Ama rastlantılara inanırım, hayat ta hesaplanamayacak hoş veya kötü tesadüflere inanırım. Bir gün bir yerde yarım kalan hikaye, yıllar sonra bir yerlerde tamamlanır inanırım. Ama bazen çokta olası tesadüflerin, bir türlü olamayabileceğine de inanırım. Aynı yıllarda, aynı binada çalışan ve yıllarca birbirini tanımayan, tanısalar birbirini çok sevebilecek insanların var olduğuna inanırım. Velhasıl, olması kuvvetle muhtemel bir çok şeyin olmayabileceğine, olmasına imkan olmayan bir çok şeyin olabileceğine inanırım,Çoğunluğun da böyle düşündüğünü düşünürüm. Yine de, hayatımda birkaç dakika yer alan ve naif davranan insanlardan bahsederken, aklıma gelen bu anımdaki kahramanıma buradan teşekkür ederim. Bu hikaye, devam etmese ne çıkar. Bu kadarı da yeter. Piraye,

Pont Neuf Köprüsü

Gözlerin hiç değmedi, kumlu sularına, Dalarak bakmadın hiç Seine nehrine Tenin ürpermedi Rüzgarında Saçların savrulmadı Islanmadın yağmurunda, Yollarında yürümedin, Hiç kimseyi düşünmedin. Köprü üstünde Bir gün senin izlediğin, Benim bilmediğim bir filmde rastladın Üstüne şiirler yazdın. Bir gün gitmeyi isterdin, Biliyorum. Bir gün giderdin de, yaşasaydın, Sen gidemedin ama, Bana hediye ettiğin bu mavi şapka Şimdi yüzüyor sularında …. Köprü üstünde aşıklar var Bir de senin adına ben Gülseren…. . Bu köprüden, sana arkadaşlık seslenecekmiş meğer. Piraye,

25 Aralık 2012 Salı

AYDIN’LI ARKADAŞIMIZ….

 
 
Yıllar önce, kış mevsiminde Ortaköy’de sahilde buluşmuştuk arkadaşlarla, Isınmak içinde, kanyak içmiştik, sokakta,. Oradan hatırlıyorum, içtiğin anda, içine bir sıcaklık yayılıyordu. Fiziki olarak hissediyordun, kanyağın geçtiği yeri. Güzel bir parça dinlediğimde de hissederim onu. Söz ve seslerin, hızlıca hareket edip, kalbime değdiğini hissederim. Bu aralar, hiçbir müzik beni öyle etkilemiyor, dokunamıyor içime. Daha çok maddi şeylerle ilgileniyorum, arsa-konut fiyatları,borsanın yükselmesi veya azalması, altının düşmesi veya yükselmesi çok dikkatimi çekiyor. Onunla ilgili makaleler okuyorum. Twitterda, borsa yorumlarına bakıyorum. Gün içinde, sanki sevgiliden bir mail gelmiş gibi heyecanlanıyorum, borsa işlemlerine girdiğimde. Yükseliş işaretini gördüğümde, yüzüm gülüyor. Bu aralar bu durumdayım. Arkada nasıl bir duygu çatışması varsa, bilinçaltım çok gerilere atmış duygularımı.
Bu gün çok sevdiğim bir arkadaşım aradı beni. Bizim bloğumuzu öğrenmiş, yazılarımızı okumuş. Ona bir sürpriz yapmak istedim. Burada onun benim için ne kadar değerli olduğunu yazayım istedim. Ama, yukarıda anlattığım durumdan ötürü, yeterince ifade edemezsem , diye de tedirginim. Bu nedenle, en baştan belirteyim ki, canım arkadaşım, bu yazıyı, yazarken, hiçbir duygu emaresi yok içimde. Sana karşı hep hissettiğimşeyleri, aklımda kalanları yazacağım. Çok etkileyici olmayacak ama, inan çok gerçek olacak.
Seninle, tanıştığım anıhatırlıyorum, hayal meyal, Kuzguncuk’ta, Nergis’in iş arkadaşı olarak tanıştık. Ama, o zamanlara ait, çok anı yok aklımda. Hep ben arkadaşıma gittiğimde, tesadüfen karşılaşırdık seninle ve ev arkadaşınla. İlk birlikte, bir şeyler yapmayı planlamamız yıllar sonrasına denk gelir herhalde. Aklımda, seninle birlikte gezdiğimiz, Karaköy gezisi var mesela. Ne etkileyiciydi, o gezi. Durmadan yürüyoruz, konuşuyoruz, bu arada gezdiğimiz yerlerle ilgili bir şeyler anlatıyorsun sen. Gün Batmadan Önce filmindeki gibi ama iki sevgili arasında değil, iki yakın arkadaş arasında geçiyor ve iki hem cins olduğu için, ilişkilerle ilgili çok objektif yorumlar yapılıyor. Bence, kayıt edilmesi gereken bir geziydi. Ama, şimdi aklıma bir de yine Beşiktaş’ta buluşup, Ortaköy’e gidişimiz geldi aklıma. Sonra Rumelihisarına’da gitmiştik galiba. Seninle yollara düşmek güzel be arkadaşım.
Sonra, bilmem kaç kere Kadıköy’de tesadüfen karşılaşmalarımız. Ne kadar güzel değil mi? O kadar çok tesadüfen karşılaştık ki, artık ne zaman Kadıköy’e gidip, benimle karşılaşamasan beni arıyorsun?. Çok hoşuma gidiyor bu. Yıllardır, başka şehirde yaşamama rağmen, arada beni arayıp, ben Kadıköy’deyim son yoksun demen, çok mutlu ediyor beni.
Seninle ilgili hatırladığımşeylerden biri de,iş aradığın dönemlere aitti. Haydarpaşa’ya gidip, trenlere bakıp bakıp, “Ben bu ülkeden gitmek istiyorum” dediğini ve bir bira içtiğini anlatmıştın bana. O kadar içten anlatmıştın ki, o garda, trenlere seninle beraber bakmışım gibi gelmişti. Seninle ilgili, aklımdaki bütün anılarıyazmayayım değil mi?
Arkadaşlık, dostluk yönünden çokşanslıyım aslında. Bütün arkadaşlıklarımın içten ve samimi olduğunu düşünüyorum. Tıpkı seninle olduğu gibi güzel sohbetler ediyorum arkadaşlarımla. Ancak, senin bir farkın var. Sen aynı zamanda çok eğlenceli ve keyiflisinde. Bu bloğu birlikte hazırladığımız arkadaşlarımız, biz mesela birbirimiz şaşırtmayız, ne konuşacağımız, hangi olaya nasıl baktığımız az çok bellidir. Oysa, sen beni hala şaşırtıyorsun. Beni, Karaköy’de yaycıların yanmış iş hanını gezdirirken, oradan, bak sana çok güzel bir yer gösterecem diye, çıkarttığın, bir binanın teras katında, karşıma İstanbul’u çıkartıyorsun. Tamamen, Kataköy kalabalığı, gürültüsü, curcunası. Ama, ben bütün kalabalıklardan uzaktayım. Hem içindeyim, çemberin hem de dışında. Üstelik gezdiğimiz bütün bu yerler, parayla veya, imkanla gidilen yerler değil. Sadece bilenlerin gidebileceği yerlere götürüyorsun beni. Bu gerçekten çok özel hissettiriyor insanı.
Bir de bana önerdiğin kitaplar var. Örneğin Kıskanmak Kitabı. Biliyor musun, işyerinde bir arkadaşıma önerdim bu kitabı. Seni anlattım, ona. Her seferinde soruyor, başka önerdiği bir kitap var mı? diye. Nahid Sırrı Örik, Türk Edebiyatından görmediği vefayı senden gördü. Ayrıca, Görme Biçimleri kitabı da senin sayende okuduğum güzel bir kitaptı.
Seninle yaşadığım zamanların, benim için ne kadar değerli olduğunu sana pek belli edememiş olabilirim, Ama, sen benim için gerçekten çok değerlisin, çok özelsin.
Canım arkadaşım, hani derler ya, bu dünyadan göçerken, bütün hayatın gözlerinin önünden film şeriti gibi geçer, işte ben o filmi izlediğimde, içinde sen de olacaksın. Bilemiyorum nasıl bir sahne olacak, ama keyifli ve anlamlıolacağı kesin. Çünkü sen benim hayatıma güzellik katıyorsun, her açıdan. Sen, Aydın’lıları sevme sebebimsin. İyi ki varsın. İyi ki, arkadaşız.
Sevgilerimle, 
Piraye 

1 Aralık 2012 Cumartesi

"Habaytak Bisayf"...

"...Seni yazın da sevdim, kışın da sevdim...Yazın da bekledim, kışın da bekledim..." diye devam ediyormuş şarkının sözleri, diğer arap dostumuz öyle söyledi.
Ayrıca Fairuz'a olan sevgimi de belirtmek isterim. Savaşın hüznü ve içliliği var sesinde hep...




5 Kasım 2012 Pazartesi

Sırf Sana Benziyor Diye....

Bayram dönüşü, Metronun Samandıra’daki otogarına gittik, kabus gibiydi. Özellikle, isim bildiriyorum. Akıllarda kalsın diye. Uzun zamandan beri Metroyla yolculuk yapmamıştım. Bayram yoğunluğu diye açıklama yapıyorlardı. Otobüsler en az 2 saat rötarla geliyor, hangi perondan hangi otobüs kalkıyor belli değil, aşırı kalabalık, tahmini olarak 500-600 kişi, ayakta bekliyor, anonslarda, gelen otobüslerin sefer numaraları söyleniyor. Sonra, aynı otobüse ait birkaç sefer numarası olduğu söylenerek, düzeltiliyor, bir iki anons yapılıyor, hemen otobüs kaldırılıyor. Herkes, sefer numarasıyla soruyor, otobüs gelmedi, gelmedi, sonra hooop otobüs kalktı, anonsları duymadınız mı? Bizim yapabileceğimiz bir şey yok, anonsları dinleyeceksiniz. Tam iki saat boyunca, anonsları pür dikkat dinlemeye çalıştım, duyamadıklarımda, koştura koştura, danışmaya gidip soruyor, sonra yine dışarıda bekliyordum. Kazara otobüsü kaçırsam, yaşayacağım rezillik tam olacaktı. Benim açımdan çok kötü bir seçimdi. Diğer firmalar, daha küçük çaplı olduğu için, rötar olsa bile, en azından otobüsün nereden kalkacağı belli. Herkes koşturuyor, herkes sigara içiyor. Ben kendime kızıyorum, niye kendimi bu duruma soktum diyerek iki saat kadar koşturdum. Otobüs geldi. Gelen yolcular iner inmez, giden yolcular bindiği için, otobüs havasız, kabus gibi. Bir de o meşhur kokularını sıktılar. Biner binmez uyudum, molaya kadar. Molada ışıklar yandı, kalkıp, bir çay içtim, tuvalete gittim, bir sigara içtim, mola bitmeden otobüse bindim, pencere tarafındaki bayan inmediği için, tekrar rahat rahat koltuğuma yerleştim, Tek hedefim, bir an önce yolculuğun bitmesi, gözlerimi açayım, garaja girmiş olayım. Gözlerim hafif aralık,  otobüse oldukça uzun, sarışın bir bayan bindi. Olay burada başlıyor işte. Karanlık koridorda, arkaya doğru ilerledi, geldi benim yanımda durdu. Herhalde, arka koltukta oturacak, yandakinin kalkmasını bekliyor diye düşündüm. Ama, dakikalar geçti, kadın yanımda duruyor., sanki bana bakıyor. Gözlerimi iyice açıp baktım, ne oldu diye. Kadın, seni birine benzettim de dedi. Yıllardır, bir çok insandan duyduğum şeyi söylemiş oldu. Aslında bu söz beni rahatlatır, yani çok ucube olmadığımı gösterir benim. (Tabii, eşi benzeri olmayan bir güzellikte de olmadığımı teyit eder.) Sonra, kadın, omzumu, kolumu okşadı. Ve, yine karanlık koridorda ilerleyerek, otobüsten indi. Beni, seni birine benzettim, sözleriyle baş başa bıraktı. Önce, acaba, herkes aynı kişiden mi bahsediyor diye düşündüm. Meğerse, bana çok benzeyen bir tek kişi varmış. Diye düşündüm. Sonra, insanlar beni kimlere benzetiyorlar diye düşündüm. Bir deniz gezisinde, kaptanın bana seni birine çok benzetiyorum, emin misin sen hatırlamıyor musun, sözleri geldi. Sanki, geçmişte bir şeyler yaşamışız da,  şimdi karşılaşınca, ben tanımamazlıktan geliyorum, gibi imalı davranmıştı. Ben çok rahatsız olduğumu chatırlıyorum. Cevap olarak , her zamanki rutin cevabımı vermiştim. Beni zaten hep birilerine benzetirler. Sonra, bir arkadaşım, amcasının eşine benzetmişti, yemin ederim aynı sen. Ha birde şu vardır, hareketleri, tavırları, gülüşü bile benziyor.  O arkadaşa özellikle söylemiştim, bana bir resmini göstersene. Beni hep birilerine benzetiyorlar, çok merak ediyorum, benzetilen birisinin resmini göreyim en azından, diye ama  olmadı…..
Sonra, evet benzetilen kişiyle hiç karşılaşma imkanım olmuyor, neden acaba diye düşündüm. Sonra, çünkü insanlar beni, annelerine, kızlarına veya çok yakınlarına benzetmiyorlar diye düşündüm. Sadece, etrafında bulunan ama çok samimi olmadıkları birilerine benzetiyorlar dedim. Sonra mesela, çoook zengin bir adam, (Hulusi Kentmen)beni sevdiği ama ölen kızına benzetse mesela, dedim,  beni çekip bu hayattan kurtarsa. Sonra peki bu güzel kısmı, benim başıma hep fenası gelir, mesela birisi beni ya, kanlısına benzetirse, dedim. Gözlerimi faltaşı gibi açtım. Hep, bir gün maç çoşkusuyla atılan bir kurşuna hedef olsam, pisi pisine gitmiş olurum derim. Ya bir gün kazara birisine benzetildim diye öldürülürsem., veya zarar görürsem.
Bu bana çok olası geldi, çünkü bu yaşıma kadar o kadar çok birilerine benzetildim ki ve yukarıda da düşündüğüm gibi insanlar, hep .biraz tanıdığı, çok sık görmediği insanlara benzetiyorlar beni, korktum. (Kayıtlara geçsin, eğer böyle bir şey olursa, çok akıllıydı, böyle olabileceği aklına gelmişti densin)

Sonra, yine yanıma gelip, omzumu okşayan kadına gitti aklım. Kadın, beni mola yerinde gördü, karanlıkta, otobüste yanıma geldi. Ben rahatsız olana kadar, başımda durdu, beni seyretti. Sonra, ben ona baktığımda, bana soru sormak için fırsat vermedi, belki de sesimi duymak istemedi.

Bir gün, uzun boylu, gülen yüzlü, saçları oğlan saçı gibi kısa bir kadın gördüm, kalabalıklar arasından, önce hemen gözlerimi kaçırdım, “Yok canım, ne alaka” dedim, sonra dur bir bakayımda farkı göreyim dedim. Sonra, tabiî ki o değil diye baktım, sonra, keşke o olsa diye baktım, sonra bundan sonra bakıp bakacağın, sadece bu, sadece ona çok benzeyen birine bakabileceksin, bir daha asla ona bakamayacaksın, diye baktım. Sonra, bu kadın, benim ona
böyle baktığımı görse, acaba ne düşünür diye baktım.

Velhasıl, bazen bir insan, hayatımızda, bir daha hiç göremeyeceğimiz birine benzediği için, kısa bir süreliğine bile olsa, baş köşeye oturabiliyor.

Sarışın kadının omzumu okşayışıyla, benim kısa saçlı kadını seyredişim, aynıydı, Çok kötü bir otobüs yolculuğunda, birkaç dakika yanımda duran sarışın kadının bana düşündürdükleri bunlardı..

Ben Piraye,  sizlere bu olayla merhaba diyeyim.

1 Kasım 2012 Perşembe

bir tatilin hatırlattıkları

Kurban bayramı ile Cumhuriyet bayramının birleştiği bir haftalık tatili geride bıraktık geldik yine kendi dünyalarımıza. Aile bağları, ailevi sorunlar, sıkıntılar,kavgalar, neşeler, coşkular, koşuşturmalar..Misafir gelmeleri, kolonya tutmaları, tatlı ikram etmeler..Kucaklaşmalar, sarılmalar, sevmeler, sevilmeler, sitemler, şikayeler..Aile..Özlemişim.
Bu tatilde, zaman öylesine akıp giderken, biz kadınların şu tabiri caizse "kuyruğu dik tutmalar" tribinden çektiği nedir diye çok düşündüm. Hayatı biz insanlar niye böyle yokuşta yürüyormuş gibi yaşarız ki, yol düz ve basit aslında. Yaşanmışlıklar insana çok şey öğretiyor, dersler alıyorsun. Şimdi benden daha genç aile üyeleri aynı süreçlerden geçiyor. Ven aynı yerde takılıyoruz, "gurur", "kuyruğu dik tutma" gibi nedenlerle seni sevenleri bir türlü  anlamama, hırçınlık halleri. Benden söylemesi, zararlı bunlar. Ben ne çektiysem bunlardan çektim, derler ya, bir bakıma öyle gerçekten.
Sevgi emek ister gerçekten, sabır ister. Kuyruğu yere indirmek, kalkanları kaldırmak, gardını düşürüp kalbini tümüyle açmak  ister. Yaşadığın ilişkide başrol olmaz, herkes başroldür. Bir bölümde sen, diğerinde o..Birbirinin önünü kesmeden, birbirinin yeteneklerini ortaya çıkarmak içindir herşey. Alçakgönüllülük ve sağduyu ister. Bunlardan uzaklaşırsa insan, hayal kırıklıkları ve pişmanlıklar içinde dolanır durur. Çünkü , aksini yaparsan, önce kendini sevemezsin, içindeki çocuğu susturup , büyümeye başladığın zamanlardan beri toplumun sana dayattığı ve ikna ettiği kalıplara uyduğun için ,genellemeler yaptığın için ve bunlara göre davrandığın için kendine kızarsın ve bunun farkında bile olmazsın. İçindeki "ben"i susturup, olması gerektiği dayatılan "ben" liği yaratmaya çalıştığın için çok acı cekersin. Ne zaman yaş kemal e erer o zaman bu yükleri birer birer sırtından atmaya başlar ve rahatlarsın. ( doğrudur, yaşın kemal e erdiği bir dönem her insanoğlunda vardır- kalbinin sesini duymayacak kadar sağır değil ise-, en kötüsü ölüme az kala farketmektir ki herşey için çok geçtir)
   İnsanlar tartışırken sesleri yüksek ama kalpleri bir o kadar sağır olurmuş. Neden bağırmak ister insan, sesini o kalbe duyurabilmek için. Bunu bir kitapta okumuştum, çok hoşuma gitmişti.
   Ben yaşamayı bir enstrümana, mesela keman veya gitara benzetiyorum .Yerinde öylece durur, kendi başına bir şekilden - cisimden ibarettir. Çalmayı sabreder, öğrenir,  bilir de doğru sesleri çıkarabilirsen, müthiş keyif verir. Ruhunu besler.   Acele edip hemen bir melodi çalmaya çabalarsan kibirinle,  parmakların kanar ama yine de korkunç bir cayırtıdan öte gidemezsin, çabuk pes eder, başka enstrümanlara geçersin.. ama boşadır.
  Yaşadıkça öğrenmeye devam ediyor işte insanoğlu..
  Sevgiyle kalın.
  Nergis

18 Ekim 2012 Perşembe

Sevgi emek ister...

Nihayet başardım, en sonunda oldu....

Ben ki yıllardır tek satır yazamam, ben ki '' yazmasam çıldıracaktım'' diyenleri anlamaya çalışır ama başaramazdım. Anlayacağınız üzere pek yazma heveslisi değilimdir, okumayı severim ama iş yazmaya gelince kasılır kalırım. Günlerdir blog için yazacağım yazıyı düşünüyorum, sanki yazılması gereken her şey daha önce başkaları tarafından yazılmış, bana tekrardan başka birşey kalmamış gibi her fikri eledim, eledim...

Ama bu sabah birden aklıma geldi, en sevdiğim film, Selvi boylum al yazmalım. Kaç kere tekrarını izeledim, replikleri oyuncuyla söyleyebilecek düzeye ulaştım :) ama hala ilk seyrettiğim gün gibi aynı yerde gözyaşlarımı tutamıyor, aynı yerde kendimi Asya'nın yerinde buluyorum. Sevgi neydi, diye soruyordu, sevgi emek ister...diyordu devamında... Tekrardı seyretttiğim ama seyrettikçe yeni şeyler de bulabiliyorum. Yazmak konusunda da böyle olabilir dedim, evet yazacağım herşey daha önce başkaları tarafından kaleme alınmış olabilir, ama zaten hayatın kendisi tekrarlar bütünü değil mi? Başkaları daha önce aşık oldu diye aşktan vazgeçiyormuyuz, ben neden yazacaklarım daha önce zaten yazlımıştır diye yazmaktan vazgeçeyim? Ve açtım sayfayı, hızlıca aklıma gelenleri yazmaya başladım böylece...

17sinde tanışan kafadarlar olarak birbirimizin hayatına girdiğimiz günden beri çıkamadık, kopamadık bir türlü...Çok emek verdik, kırıldık zaman zaman birbirimize, kızdık, ve çok eleştirdik birbirimizi, yeni arayışlara da girdik zaman zaman, ama bizi bizden daha iyi anlayan da bulamadık, ve zaman aktı geçti...

Artık kırklı yaşlarının başlarındayız. Zaman içindeki çalkantılardan, dolugizgin geçen heyecanlı dönemlerden sonra daha bir dinginleştik, öğrendiklerimizle hayata daha bir güzel bakmayı öğrendik.
Şimdi bu yeni dönemde bu güne kadar yaşanan  mutluluklar, mutsuzluklar, hayal kırıklıkları ve deneyimlerle hayat daha bir güzel görünüyor, yapacak ne çok şey var daha ve yazacak ne çok konu var....

16 Ekim 2012 Salı

Başlık bulmak ne zormuş, bulamadım..



 


20 küsur yıl önce , Anadolu'nun değişik yerlerinden fırlamış gelmiş 5 gencecik kızın yolları kesişti ve tanıştık biz bir şekilde. Sonra da hiç bitmedi bu arkadaşlık, yıllara yayılarak ve sürekli zamana ayak uydurarak geldik bugünlere. Aramıza başka çok yakın arkadaşlar da katıldı zamanla. Onlar da belki zaman zaman bu bloğa konuk yazar olarak katılır, kimbilir?

Malesef ilk beş kişiden birimiz maddesel olarak aramızda değil , 5 yıl önce gitti başka alemlere aniden...Belki de ondandır, kalan dördümüz, iyice sarıldık birbirimize..Beraber büyümüştük zaten, yine birlikte başetmeye çalıştık bu durumla. Alıştık mı?.. Hayır. Alışılmıyor. Sadece durum kabul ediliyor, hepsi bu. Belki de ondandır, o birden bire bu dünyadan yok oluverince, gelecek de geçmiş de anlamını yitirdi..Her kaybediş, anı hatırlatıyor insana, anın ne kadar kıymetli olduğunu. Belki de ondan, ya da yaşımızın bizi getirdiği ruhsal dünyalarımızdan olsa gerek..Artık , içimizden hayal edip de yapamadığımız, yapmak istediğimiz şeylere fırsat vermeye başladık. Ben fotoğraf çekmeye başladım mesela, nihayet düzgün bir makina aldım kendime, yavaş yavaş geliştirmeye çalışıyorum. Yıllardır hayal ederdim ama bir türlü adam gibi başlayamazdım. Denerdim, başlardım ama yarım bırakırdım. Çok saçma bir sebep vardı, eğer bu en çok hayal ettiğim şeyi yapar da fos çıkarsam..yerine ne koyacaktım??? Nasıl bir engel bu, nasıl bir düşünce şekli, nasıl bir güvensizlik??? Hayallerde yaşamak , yaşatmak , gerçeklerden kaçmak..nereye kadar??? İnsan kendini korkuyla hapseder mi, ediyor, farkına bile varmadan yapıyor bunu. Şimdi birer birer sınırlar kalkıyor, ve canımız ne istiyorsa onu yapıyoruz, yapmaya çalışıyoruz , fırsatlar ve imkanlar yaratmaya çalışıyoruz. Olmalı, yapılmalı, yapmak lazım, etmek lazım ......lar bitti, geride kaldı, onlardan kurtuluyoruz galiba artık. Zamanı geldi de ondan herhalde.

İşte bu blog , hepimiz farklı farklı durumlarda ama benzer duygulardayken ortaya çıktı, bakalım nasıl devam edecek.

Artık hepimiz dünyanın farklı uçlarında bile olsak, bu ortak blog sayesinde , birlikte üretmeye devam edeceğiz. Bunu yapabiliyor olmak bile yeterli. Zaten Heidi'miz , ilk yazıyla o kadar güzel anlatmış ki bizi, başka lafa gerek yok aslında.

Bu ilk yazımda, aslında çok şey vardı aklımda, fakat hepsi boşa düştü, bunlar çıktı elimden. Tanışma, bir merhaba gibi oldu, "biz" i anlatasım gelmiş, öyle oldu.

Merhaba...

Ben Nergis (en sevdiğim çiçek)


10 Ekim 2012 Çarşamba

Başlangıç...

* Pirayenin yazdığı, Nazım'ın düzeltip, kendi ismiyle yayınladığı şiirle başlayalım...
  
Bir Küvet Hikayesi
Süleyman'a karısı telefon etti :
Konuşan ben,
ben, Fahire.
Tanımadın mı sesimden?
Demek çok bağırdım birdenbire.
Çığlık mı?
Belki...
Hayır,
çocuklar hasta değil.
Dinle beni :
işini bırak da gel,
çabuk ol ama.
Telefonda anlatamam,
olmaz.
Daha kıyamet kadar vakit var akşama.
Saatlar, saatlar,
kıyamet kadar.
Sorma.
Dinle beni...
Hemen vapur bulamazsan
Üsküdar'a kayıkla geç.
Bir taksiye atla.
Paran yoksa
patrondan avans al.
Yolda hiçbir şey düşünme,
mümkün mertebe yalansız gelmeye çalış.
Yalan kuvvetliye söylenir
ben kuvvetsizim.
Alay etme kuzum.
Evet kar yağacak,
evet
hava güzel.
Koynuna girdiğim adam gibi
kocam gibi değil,
büyüğüm, akıllım,
babam gibi gel...

Geldi Süleyman,
Fahire, kocası Süleyman'a sordu :
Doğru mu?
Evet.
Teşekkür ederim Süleyman.
Bak işte rahatladım.
Bak işte ağlamıyorum artık.
Nerde buluşuyordunuz?
- Bir otelde.
Beyoğlu tarafında mı?
Evet.
Kaç defa?
Ya üç, ya dört.
Üç mü, dört mü?
Bilmiyorum.
Bunu hatırlamak bu kadar mı güç Süleyman?
Bilmiyorum.
Demek ki bir otel odasında.
Kim bilir çarşaflar nasıl kirliydi.
Bir İngiliz romanında okudum,
bu işlere yarayan otellerde
kırık küvetler varmış.
Sizinkinde de var mıydı Süleyman?
Bilmiyorum.
Hele düşün,
toz pembe çiçekli, kırık bir küvet?
Evet.
Hiç hediye verdin mi?
Hayır.
Çukulata, filân?
Bir defa.
Çok mu seviyordun?
Sevmek mi?
Hayır...
Başkaları da var mı Süleyman?
Yok.
Olmadı mı?
Hayır.
Bunu sevdin demek...
Başkaları da olsaydı
daha rahat ederdim...
Çok mu güzel yatıyordu?
Hayır.
Doğru söyle, bak ne kadar cesurum...
Doğru söylüyorum...
Zaten gösterdiler bana.
İnek gibi karı.
Belimden kalın bacakları...
Fakat zevk meselesi bu...
Bir sual daha, Süleyman :
Niçin?
Bilmiyorum...
Karanlıkta pencerenin hizasında
karlı, ağır bir çam dalı.
Bir hayli zaman oldu
sofada asma saat on ikiyi çalalı.

Süleyman'ın karısı Fahire
şunları anlattı kocasına ertesi gün :
Dayanılmaz bir acı halindeydi
kendime karşı duyduğum merhamet,
ölmeye karar verdimdi, Süleyman...
Annem, çocuklarım ve en önde sen
bulacaktınız karda ayak izlerimi.
Bekçi, polisler, bir tahta merdiven
ve bir kadın ölüsü çıkaracaktınız
arka arsada bostan kuyusundan.
Kolay mı?
Gece bostan kuyusuna doğru yürümek,
sonra kenarına çıkıp durarak
baş aşağı atlamak karanlığına?
Fakat bulmadınızsa eğer
karda ayak izlerimi
sade korktuğumdan değil.
Bekçi, merdiven, polisler,
dedikodu, kepazelik,
aldatılmış bir zevcenin intiharı :
komik.
Niçin öldüğümü anlatmak müşkül.
Kime? Herkese, sana meselâ.
İnsan, ölmeye karar verirken bile
insanları düşünüyor...
Sen yatakta uyuyordun
yüzün rahat,
her zaman nasıl uyursan
ondan evvel ve o varken.
Dışarda kar yağmaya başladı.
Bir tek gecelikle çıkmak balkona :
Zatürree ertesi gün,
nümayişsiz ölüvermek.
Hayır,
hiç aklıma gelmedi nezle olmak ihtimali.
Yaktım sobamızı.
İyice ısınmak lâzım ilkönce.
Ciğer bir çay bardağı gibi çatlarmış.
Pencereye, kara bakıyorum :
«Eşini gaip eyleyen bir kuş
gibi kar
geçen eyyamı nev baharı arar...»
Babam bu şiiri çok severdi.
Sen beğenmezsin.
«Sağdan sola, soldan sağa lerzânı girizan...»
Lambayı söndürmeden balkona çıktım.
« ... gibi kar
düşer düşer ağlar...»
Oturdum balkonda iskemleye.
Havada çıt yok.
Karanlık bembeyaz.
Uykudayım sanki.
Sanki çok sevdiğim bir insan
korkarak beni uyandırmaktan
yumuşacık dolaşıyor etrafımda.
Üşümüyordum.
Kederim duruluyor
berraklaşıyor.
Odanın camlı kapısından balkona vuran ışık
sıcak bir kumaş gibiydi üstünde dizlerimin.
Ben rehavetli bir mahzunluk içinde
acayip şeyler düşünüyordum :
Feneryolu'ndaki çınar
150 yaşındaymış.
Ömrü bir gün süren böcekler.
Gün gelecek
insanlar çok uzun
çok bahtiyar yaşayacaklar.
İnsanın yüreği ve kafası var...
İnsanın elleri...
İnsan?
Ne zamanki,
nerdeki,
hangi sınıftan?
Onların insanları,
bizim insanlarımız.
Ve her şeye rağmen
yeni bir dünya için yapılan kavga.
Sonra sen
ben
bir kırık küvet
ve benim
kendime karşı duyduğum merhamet...
Kar durdu.
Sökmek üzre şafak.
Utanarak
odaya döndüm.
O anda uyansaydın
sarılıp boynuna...
Uyanmadın.
Evet,
çok şükür nezle bile değilim.
Şimdi?
Zaman zaman hatırlayıp
zaman zaman unutacağım.
Yine yan yana yaşayacağız
beni sevdiğine emin olarak.
Altı ay kadar geçti aradan.
Bir gece karı koca denizden dönüyorlardı.
Gökte yıldızlar, ağaçlarda yaz meyveleri vardı.
Fahire birdenbire durdu
baktı muhabbetle kocasının gözlerine
ve suratına tükürür gibi bir tokat vurdu.

Nazım Hikmet Ran

9 Ekim 2012 Salı

Nedir Ederin?


Sana hep kenardan bakılabilir ahh güzel İstanbul !... Sen ki, cilvesi dillere destan olmuş, güzelliği nice kadınlar hasetlendirmiş, nice adamları katil etmiş bir fahişesindir; satın alınabilen ama asla sahip olunamayan...

İnanç...


İnsan, hayatı aklıyla yaşar, inancıyla yön verir. Aklıyla hayatta kalır, inandıkları uğruna yaşar.
Aklıyla öğrenir, inancı-sevgisi ile anlar. Aklı olmayan insan delidir. İnancı olmayan insanın akla ihtiyacı yoktur...



not: resim Sazan'a notlar Heidi'ye aittir.

7 Ekim 2012 Pazar

Herşey Geçer...

Her şey geçer...Yazsanız da geçer, yazmasanız da. Aradaki tek fark yazıdır...
Biz, dört kafadar kadın, yazalım madem öyle dedik.  Aramızdan birinin kendine ait bir bloğu da var hatta ama o gizli kalmayı tercih ediyor. Bu, ne kadar ortada olacak bilmiyoruz...Ben, Heidi, dört kişiden biri, hani gizli bloğu olan, bu yazıyı grup yerine, kendi adıma yazıyorum...Teknik başlangıç, ayarlamalar bana kaldı  ve muhtemelen geliştirmeler de bana kalacak.
Yirmi iki yıl...İnanılır gibi değil. Gerçeklerin çoğu böyle değil midir zaten, inanılmaz...Yirmi iki yıldır tanışıyoruz. Artık o klişe cümleyi dahi kuramıyorum; dün gibi hatırlamıyorum o günü. Hayal meyal, tanıştığımız günler...Hangisi ile tam olarak neredeydi bilemiyorum...Okulda, yurtta, kaldığımız evlerde, yaşadığımız şehirlerde artık şerit halinde geçmiyor gözümün önünden hatıralar. Yirmi iki yıl insan ömrü için oldukça uzun bir zaman her zamanın hatırlanabilmesi için. Burası "anılar" defteri mi olacak geleceğe mi bakacak bilmiyoruz henüz...İlk amaç; mekanlarımızın uzaklığını yakınlaştırabilmekti, daha pek çok amaç eklenecektir eminim. Çocuklar var, onların bize gülmesi için biraz belki. Onların da katılımlarını isteyeceğiz, belki biz de onları yazılarıyla anlamaya çalışacağız...Felsefe, gezi, edebiyat, psikoloji, bunca yıl ne konuştuysak artık deftere geçirelim dedik belki...Belki ilerde, inşallah çok ilerde, konuştuklarımızı da unutmaya başladığımızda , madem teknoloji artık bunu sağlıyor, faydalanalım dedik belki...
Bir yirmi iki yıl sonrasını görebilecek miyiz beraber, kimse bilemez ama o zaman yakın gözlüklerimizle okumak çok keyifli olacak diye belki...

İnsan tıpkı kendi ölümünü düşünemediği gibi dostlarının da ölümünü düşleyemiyor, korkuyor bazen, aklına geliyor ama asla idrak edemiyor...Biri daha vardı aramızda; O' nun bu kadar erken ayrıldığına hala inanmıyor insan, biz inanamıyoruz...Üstelik aramızda en çok yazan oydu. Yazmayı en çok seven...Bizim çok konuştuğumuz zamanlarda yoktu böyle sanal defterler, olaydı  en çok o yazardı biliyorum...Olaydı, olaydı...

Bana göre, bu sanal defterler yüzünden artık daha az konuşuyor insanlar. Buluşmak yan yana gelmek için çaba sarf etmeye üşenir olduk. Hayat hep daha hızlı akıyor, teknoloji zaman tasarrufu yaptıkça bizim hiç bir şeye zamanımız kalmaz oldu. Kim alıyor, nereye gidiyor arta kalan zaman anlaşılır gibi değil...Konuşamadıkça yazıyoruz sanki. Biz sevgilimizle buluşabilmek için yurttan kaçardık, şimdi e-posta sohbetlerinde ediliyor aşk-ı ilanlar, ama mimiksiz, ama hüzünsüz ama sevinçsiz; gülücük ve somurtma işaretleriyle...
Yapacak bir şey yok,  zaman hep ileriye gidiyor maalesef. Bu da güzel o da güzeldi...O daha zor değildi ama bu da daha kolay değil. Sadece bambaşkalar...Biz belki de mutlu olmalıyız; postacı yolu da gözledik, e-posta da yeni mesaj var mı diye de çok bekledik...Bilgisayarlarda "silme" tuşları da kırdık, mektupları musluklarda da yaktık...Her şey geçiyor, zaman, insanlar, şehirler, evler, sokaklar ve hayat...Hem de nasıl...

Velhasıl kelam, yazalım bakalım...