18 Ekim 2012 Perşembe

Sevgi emek ister...

Nihayet başardım, en sonunda oldu....

Ben ki yıllardır tek satır yazamam, ben ki '' yazmasam çıldıracaktım'' diyenleri anlamaya çalışır ama başaramazdım. Anlayacağınız üzere pek yazma heveslisi değilimdir, okumayı severim ama iş yazmaya gelince kasılır kalırım. Günlerdir blog için yazacağım yazıyı düşünüyorum, sanki yazılması gereken her şey daha önce başkaları tarafından yazılmış, bana tekrardan başka birşey kalmamış gibi her fikri eledim, eledim...

Ama bu sabah birden aklıma geldi, en sevdiğim film, Selvi boylum al yazmalım. Kaç kere tekrarını izeledim, replikleri oyuncuyla söyleyebilecek düzeye ulaştım :) ama hala ilk seyrettiğim gün gibi aynı yerde gözyaşlarımı tutamıyor, aynı yerde kendimi Asya'nın yerinde buluyorum. Sevgi neydi, diye soruyordu, sevgi emek ister...diyordu devamında... Tekrardı seyretttiğim ama seyrettikçe yeni şeyler de bulabiliyorum. Yazmak konusunda da böyle olabilir dedim, evet yazacağım herşey daha önce başkaları tarafından kaleme alınmış olabilir, ama zaten hayatın kendisi tekrarlar bütünü değil mi? Başkaları daha önce aşık oldu diye aşktan vazgeçiyormuyuz, ben neden yazacaklarım daha önce zaten yazlımıştır diye yazmaktan vazgeçeyim? Ve açtım sayfayı, hızlıca aklıma gelenleri yazmaya başladım böylece...

17sinde tanışan kafadarlar olarak birbirimizin hayatına girdiğimiz günden beri çıkamadık, kopamadık bir türlü...Çok emek verdik, kırıldık zaman zaman birbirimize, kızdık, ve çok eleştirdik birbirimizi, yeni arayışlara da girdik zaman zaman, ama bizi bizden daha iyi anlayan da bulamadık, ve zaman aktı geçti...

Artık kırklı yaşlarının başlarındayız. Zaman içindeki çalkantılardan, dolugizgin geçen heyecanlı dönemlerden sonra daha bir dinginleştik, öğrendiklerimizle hayata daha bir güzel bakmayı öğrendik.
Şimdi bu yeni dönemde bu güne kadar yaşanan  mutluluklar, mutsuzluklar, hayal kırıklıkları ve deneyimlerle hayat daha bir güzel görünüyor, yapacak ne çok şey var daha ve yazacak ne çok konu var....

16 Ekim 2012 Salı

Başlık bulmak ne zormuş, bulamadım..



 


20 küsur yıl önce , Anadolu'nun değişik yerlerinden fırlamış gelmiş 5 gencecik kızın yolları kesişti ve tanıştık biz bir şekilde. Sonra da hiç bitmedi bu arkadaşlık, yıllara yayılarak ve sürekli zamana ayak uydurarak geldik bugünlere. Aramıza başka çok yakın arkadaşlar da katıldı zamanla. Onlar da belki zaman zaman bu bloğa konuk yazar olarak katılır, kimbilir?

Malesef ilk beş kişiden birimiz maddesel olarak aramızda değil , 5 yıl önce gitti başka alemlere aniden...Belki de ondandır, kalan dördümüz, iyice sarıldık birbirimize..Beraber büyümüştük zaten, yine birlikte başetmeye çalıştık bu durumla. Alıştık mı?.. Hayır. Alışılmıyor. Sadece durum kabul ediliyor, hepsi bu. Belki de ondandır, o birden bire bu dünyadan yok oluverince, gelecek de geçmiş de anlamını yitirdi..Her kaybediş, anı hatırlatıyor insana, anın ne kadar kıymetli olduğunu. Belki de ondan, ya da yaşımızın bizi getirdiği ruhsal dünyalarımızdan olsa gerek..Artık , içimizden hayal edip de yapamadığımız, yapmak istediğimiz şeylere fırsat vermeye başladık. Ben fotoğraf çekmeye başladım mesela, nihayet düzgün bir makina aldım kendime, yavaş yavaş geliştirmeye çalışıyorum. Yıllardır hayal ederdim ama bir türlü adam gibi başlayamazdım. Denerdim, başlardım ama yarım bırakırdım. Çok saçma bir sebep vardı, eğer bu en çok hayal ettiğim şeyi yapar da fos çıkarsam..yerine ne koyacaktım??? Nasıl bir engel bu, nasıl bir düşünce şekli, nasıl bir güvensizlik??? Hayallerde yaşamak , yaşatmak , gerçeklerden kaçmak..nereye kadar??? İnsan kendini korkuyla hapseder mi, ediyor, farkına bile varmadan yapıyor bunu. Şimdi birer birer sınırlar kalkıyor, ve canımız ne istiyorsa onu yapıyoruz, yapmaya çalışıyoruz , fırsatlar ve imkanlar yaratmaya çalışıyoruz. Olmalı, yapılmalı, yapmak lazım, etmek lazım ......lar bitti, geride kaldı, onlardan kurtuluyoruz galiba artık. Zamanı geldi de ondan herhalde.

İşte bu blog , hepimiz farklı farklı durumlarda ama benzer duygulardayken ortaya çıktı, bakalım nasıl devam edecek.

Artık hepimiz dünyanın farklı uçlarında bile olsak, bu ortak blog sayesinde , birlikte üretmeye devam edeceğiz. Bunu yapabiliyor olmak bile yeterli. Zaten Heidi'miz , ilk yazıyla o kadar güzel anlatmış ki bizi, başka lafa gerek yok aslında.

Bu ilk yazımda, aslında çok şey vardı aklımda, fakat hepsi boşa düştü, bunlar çıktı elimden. Tanışma, bir merhaba gibi oldu, "biz" i anlatasım gelmiş, öyle oldu.

Merhaba...

Ben Nergis (en sevdiğim çiçek)


10 Ekim 2012 Çarşamba

Başlangıç...

* Pirayenin yazdığı, Nazım'ın düzeltip, kendi ismiyle yayınladığı şiirle başlayalım...
  
Bir Küvet Hikayesi
Süleyman'a karısı telefon etti :
Konuşan ben,
ben, Fahire.
Tanımadın mı sesimden?
Demek çok bağırdım birdenbire.
Çığlık mı?
Belki...
Hayır,
çocuklar hasta değil.
Dinle beni :
işini bırak da gel,
çabuk ol ama.
Telefonda anlatamam,
olmaz.
Daha kıyamet kadar vakit var akşama.
Saatlar, saatlar,
kıyamet kadar.
Sorma.
Dinle beni...
Hemen vapur bulamazsan
Üsküdar'a kayıkla geç.
Bir taksiye atla.
Paran yoksa
patrondan avans al.
Yolda hiçbir şey düşünme,
mümkün mertebe yalansız gelmeye çalış.
Yalan kuvvetliye söylenir
ben kuvvetsizim.
Alay etme kuzum.
Evet kar yağacak,
evet
hava güzel.
Koynuna girdiğim adam gibi
kocam gibi değil,
büyüğüm, akıllım,
babam gibi gel...

Geldi Süleyman,
Fahire, kocası Süleyman'a sordu :
Doğru mu?
Evet.
Teşekkür ederim Süleyman.
Bak işte rahatladım.
Bak işte ağlamıyorum artık.
Nerde buluşuyordunuz?
- Bir otelde.
Beyoğlu tarafında mı?
Evet.
Kaç defa?
Ya üç, ya dört.
Üç mü, dört mü?
Bilmiyorum.
Bunu hatırlamak bu kadar mı güç Süleyman?
Bilmiyorum.
Demek ki bir otel odasında.
Kim bilir çarşaflar nasıl kirliydi.
Bir İngiliz romanında okudum,
bu işlere yarayan otellerde
kırık küvetler varmış.
Sizinkinde de var mıydı Süleyman?
Bilmiyorum.
Hele düşün,
toz pembe çiçekli, kırık bir küvet?
Evet.
Hiç hediye verdin mi?
Hayır.
Çukulata, filân?
Bir defa.
Çok mu seviyordun?
Sevmek mi?
Hayır...
Başkaları da var mı Süleyman?
Yok.
Olmadı mı?
Hayır.
Bunu sevdin demek...
Başkaları da olsaydı
daha rahat ederdim...
Çok mu güzel yatıyordu?
Hayır.
Doğru söyle, bak ne kadar cesurum...
Doğru söylüyorum...
Zaten gösterdiler bana.
İnek gibi karı.
Belimden kalın bacakları...
Fakat zevk meselesi bu...
Bir sual daha, Süleyman :
Niçin?
Bilmiyorum...
Karanlıkta pencerenin hizasında
karlı, ağır bir çam dalı.
Bir hayli zaman oldu
sofada asma saat on ikiyi çalalı.

Süleyman'ın karısı Fahire
şunları anlattı kocasına ertesi gün :
Dayanılmaz bir acı halindeydi
kendime karşı duyduğum merhamet,
ölmeye karar verdimdi, Süleyman...
Annem, çocuklarım ve en önde sen
bulacaktınız karda ayak izlerimi.
Bekçi, polisler, bir tahta merdiven
ve bir kadın ölüsü çıkaracaktınız
arka arsada bostan kuyusundan.
Kolay mı?
Gece bostan kuyusuna doğru yürümek,
sonra kenarına çıkıp durarak
baş aşağı atlamak karanlığına?
Fakat bulmadınızsa eğer
karda ayak izlerimi
sade korktuğumdan değil.
Bekçi, merdiven, polisler,
dedikodu, kepazelik,
aldatılmış bir zevcenin intiharı :
komik.
Niçin öldüğümü anlatmak müşkül.
Kime? Herkese, sana meselâ.
İnsan, ölmeye karar verirken bile
insanları düşünüyor...
Sen yatakta uyuyordun
yüzün rahat,
her zaman nasıl uyursan
ondan evvel ve o varken.
Dışarda kar yağmaya başladı.
Bir tek gecelikle çıkmak balkona :
Zatürree ertesi gün,
nümayişsiz ölüvermek.
Hayır,
hiç aklıma gelmedi nezle olmak ihtimali.
Yaktım sobamızı.
İyice ısınmak lâzım ilkönce.
Ciğer bir çay bardağı gibi çatlarmış.
Pencereye, kara bakıyorum :
«Eşini gaip eyleyen bir kuş
gibi kar
geçen eyyamı nev baharı arar...»
Babam bu şiiri çok severdi.
Sen beğenmezsin.
«Sağdan sola, soldan sağa lerzânı girizan...»
Lambayı söndürmeden balkona çıktım.
« ... gibi kar
düşer düşer ağlar...»
Oturdum balkonda iskemleye.
Havada çıt yok.
Karanlık bembeyaz.
Uykudayım sanki.
Sanki çok sevdiğim bir insan
korkarak beni uyandırmaktan
yumuşacık dolaşıyor etrafımda.
Üşümüyordum.
Kederim duruluyor
berraklaşıyor.
Odanın camlı kapısından balkona vuran ışık
sıcak bir kumaş gibiydi üstünde dizlerimin.
Ben rehavetli bir mahzunluk içinde
acayip şeyler düşünüyordum :
Feneryolu'ndaki çınar
150 yaşındaymış.
Ömrü bir gün süren böcekler.
Gün gelecek
insanlar çok uzun
çok bahtiyar yaşayacaklar.
İnsanın yüreği ve kafası var...
İnsanın elleri...
İnsan?
Ne zamanki,
nerdeki,
hangi sınıftan?
Onların insanları,
bizim insanlarımız.
Ve her şeye rağmen
yeni bir dünya için yapılan kavga.
Sonra sen
ben
bir kırık küvet
ve benim
kendime karşı duyduğum merhamet...
Kar durdu.
Sökmek üzre şafak.
Utanarak
odaya döndüm.
O anda uyansaydın
sarılıp boynuna...
Uyanmadın.
Evet,
çok şükür nezle bile değilim.
Şimdi?
Zaman zaman hatırlayıp
zaman zaman unutacağım.
Yine yan yana yaşayacağız
beni sevdiğine emin olarak.
Altı ay kadar geçti aradan.
Bir gece karı koca denizden dönüyorlardı.
Gökte yıldızlar, ağaçlarda yaz meyveleri vardı.
Fahire birdenbire durdu
baktı muhabbetle kocasının gözlerine
ve suratına tükürür gibi bir tokat vurdu.

Nazım Hikmet Ran

9 Ekim 2012 Salı

Nedir Ederin?


Sana hep kenardan bakılabilir ahh güzel İstanbul !... Sen ki, cilvesi dillere destan olmuş, güzelliği nice kadınlar hasetlendirmiş, nice adamları katil etmiş bir fahişesindir; satın alınabilen ama asla sahip olunamayan...

İnanç...


İnsan, hayatı aklıyla yaşar, inancıyla yön verir. Aklıyla hayatta kalır, inandıkları uğruna yaşar.
Aklıyla öğrenir, inancı-sevgisi ile anlar. Aklı olmayan insan delidir. İnancı olmayan insanın akla ihtiyacı yoktur...



not: resim Sazan'a notlar Heidi'ye aittir.

7 Ekim 2012 Pazar

Herşey Geçer...

Her şey geçer...Yazsanız da geçer, yazmasanız da. Aradaki tek fark yazıdır...
Biz, dört kafadar kadın, yazalım madem öyle dedik.  Aramızdan birinin kendine ait bir bloğu da var hatta ama o gizli kalmayı tercih ediyor. Bu, ne kadar ortada olacak bilmiyoruz...Ben, Heidi, dört kişiden biri, hani gizli bloğu olan, bu yazıyı grup yerine, kendi adıma yazıyorum...Teknik başlangıç, ayarlamalar bana kaldı  ve muhtemelen geliştirmeler de bana kalacak.
Yirmi iki yıl...İnanılır gibi değil. Gerçeklerin çoğu böyle değil midir zaten, inanılmaz...Yirmi iki yıldır tanışıyoruz. Artık o klişe cümleyi dahi kuramıyorum; dün gibi hatırlamıyorum o günü. Hayal meyal, tanıştığımız günler...Hangisi ile tam olarak neredeydi bilemiyorum...Okulda, yurtta, kaldığımız evlerde, yaşadığımız şehirlerde artık şerit halinde geçmiyor gözümün önünden hatıralar. Yirmi iki yıl insan ömrü için oldukça uzun bir zaman her zamanın hatırlanabilmesi için. Burası "anılar" defteri mi olacak geleceğe mi bakacak bilmiyoruz henüz...İlk amaç; mekanlarımızın uzaklığını yakınlaştırabilmekti, daha pek çok amaç eklenecektir eminim. Çocuklar var, onların bize gülmesi için biraz belki. Onların da katılımlarını isteyeceğiz, belki biz de onları yazılarıyla anlamaya çalışacağız...Felsefe, gezi, edebiyat, psikoloji, bunca yıl ne konuştuysak artık deftere geçirelim dedik belki...Belki ilerde, inşallah çok ilerde, konuştuklarımızı da unutmaya başladığımızda , madem teknoloji artık bunu sağlıyor, faydalanalım dedik belki...
Bir yirmi iki yıl sonrasını görebilecek miyiz beraber, kimse bilemez ama o zaman yakın gözlüklerimizle okumak çok keyifli olacak diye belki...

İnsan tıpkı kendi ölümünü düşünemediği gibi dostlarının da ölümünü düşleyemiyor, korkuyor bazen, aklına geliyor ama asla idrak edemiyor...Biri daha vardı aramızda; O' nun bu kadar erken ayrıldığına hala inanmıyor insan, biz inanamıyoruz...Üstelik aramızda en çok yazan oydu. Yazmayı en çok seven...Bizim çok konuştuğumuz zamanlarda yoktu böyle sanal defterler, olaydı  en çok o yazardı biliyorum...Olaydı, olaydı...

Bana göre, bu sanal defterler yüzünden artık daha az konuşuyor insanlar. Buluşmak yan yana gelmek için çaba sarf etmeye üşenir olduk. Hayat hep daha hızlı akıyor, teknoloji zaman tasarrufu yaptıkça bizim hiç bir şeye zamanımız kalmaz oldu. Kim alıyor, nereye gidiyor arta kalan zaman anlaşılır gibi değil...Konuşamadıkça yazıyoruz sanki. Biz sevgilimizle buluşabilmek için yurttan kaçardık, şimdi e-posta sohbetlerinde ediliyor aşk-ı ilanlar, ama mimiksiz, ama hüzünsüz ama sevinçsiz; gülücük ve somurtma işaretleriyle...
Yapacak bir şey yok,  zaman hep ileriye gidiyor maalesef. Bu da güzel o da güzeldi...O daha zor değildi ama bu da daha kolay değil. Sadece bambaşkalar...Biz belki de mutlu olmalıyız; postacı yolu da gözledik, e-posta da yeni mesaj var mı diye de çok bekledik...Bilgisayarlarda "silme" tuşları da kırdık, mektupları musluklarda da yaktık...Her şey geçiyor, zaman, insanlar, şehirler, evler, sokaklar ve hayat...Hem de nasıl...

Velhasıl kelam, yazalım bakalım...

Yol Arkadaşım...


Söz-Müzik: Sezen Aksu

Yol arkadaşım gördün mü,
Duydun mu olup bitenleri?
Kıskanıyor insan bazen,
Basıp gidenleri

Yalnızlaşmışız iyice
Üstelik de alışmışız
Hiç beklentimiz kalmamış
Dosttan bile

Korkular basmış dünyayı
Şimdi bir semt adı “vefa”
Kutsal kavgalardan bile
Kaçan kaçana

Anlaşılır gibi değiliz
Tek bedende kaç kişiyiz
Hem yok eden, hem de tanık
Ne esaslı karmaşa

Ben sana küsüm aslında, haberin yok
Koyup gittiğin yerde kötülük çok
Kime kızayım, nazım senden başka kime geçer?
Benim sensiz kolum, bacağım, ocağım yok

Sen esas alemi seçtiğinden beri
Ben o saniyede bittiğimden beri
Dünya bildiğin dünya, dönüp duruyor işte
Uzun uzun konuşuruz birgün son İstanbul beyi

Yol arkadaşım, nerdesin?